29 Haziran 2013 Cumartesi

Ne ise halim..


Son zamanlarda halim pek vahim ! Gün gün gezip dolma yedikten sonra fallar baktıran teyzelere dönüştüm. Evet, fala inanıyorum, falsız da kalmıyorum, itiraf edeyim. Evime gelen herkese enfes Türk kahvesi, yanında bitter çikolata ikram etmek suretiyle bitirdiğim fincanı ters çevirip önlerine itiyorum emrivaki el hareketleriyle. "Hadi döktür bakalım." deyip bir de keyif sigarası yakıyorum. Sulu yaptığım kahvelerin, dilek tutmam akabinde tabağın arkasından hızlıca süzülen damlası dileğimin kabul olacağına işaret, gerçi hep aynı dileği tuttuğum için, telvesi bol kahvede "Dileğinin gerçekleşmesine zaman var gibi." yorumları pek fazla ciddiye almıyorum ki günde dört kez fal baktırma potansiyeline eriştim,birinde mutlaka dileğim tutuyor. Midemin halini siz düşünün. Kimi falcılarım usta hikayeci edasıyla öyle bir anlatıyorlar ki, zevkten dört köşe dinler buluyorum kendimi.  Aceleci aceleci soruyorum, "Eee neler görüyorsun hadi anlat! O anki kurbanım başlıyor şöyle şeyler sıralamaya: " Aaa bak vallahi büyük balığın var kız, kısmettir bu, hiç beklemediğin birinden bir haber alacaksın, isminde falanca filanca harf olan biri çıkmış, sanki sıkıntılı, dur dur bi de sevinç gözyaşın var, dilek tuttun mu? çok hızlı olacak bak gör." ( sulu kahve mucizesi)  Bunları anlatırken fincanın kenarındaki telveyi parmağıyla güzelce sıyırıp yiyeni de oluyor, heyecanla gözlerini fincana dikip son dakika telve şekline odaklanan da. Klasik kızlar buluşmasında da gözüme kestirdiğim kurbanın önüne sürüyorum fincanımı şirin şirin gülümseyerek. Başta "Aman ben ne anlarım faldan, iyi madem maksat muhabbet olsun." edasıyla fincanı açıp şaşırtıcı bilgiler sunanlar da olmuyor değil, o anlarda bir sigara daha yakıp ruhani dünyaya üflüyorum ki sorsan falın nasıl savsata bir zaman kaybı olduğu konusunda bir sürü iddialı cümle kurabilirim amaa hiiç sırası değil. Dedim ya halim pek vahim diye baştan. Neyse böyle fincanlarca kahve, bi ton laf kalabalığı fal ritüelime bugün en enteresanını ekledim. Olaylar şöyle gelişti: Dün bir arkadaşımda ikinci kahvemi gelen bir diğer hatuna baktırmak üzere içtim, kapattım. Hatun bilge bilge bi fincanı  süzdü bi beni sonra :" Beklediğin bir görüşme gerçekleşecek, zamanın var ama, dur bakim kedi var, kedi düşmandır, kuşlar var haber alacaksın falan filan." diye sıraladı sonra :" Bak bi kadın var o gelmişini geçmişini sayıp döküyo." deyince gözlerim açıldı tabi, fal radarı olmuşum ya bi kere. "Ee gidelim madem o kadar iyiyse." diye atıldım. Sabahın köründe telefonumda on dakika sonra hazır olmam için atılan mesajı vardı hatunun. Apar topar kalkıp ilk bulduğum elbiseyi geçirdim üstüme, saçlarımı gelişigüzel topladım, yedi dakika sonra kapıdaydım. Hayatın sırrını verecekler sanki bana, artık nasıl bi işleyişe geçtiyse beynim ! Kendi haline bıraktım zira kendisi bedenin yönetim kurulu, bırakmayıp ne yapacaksam. Dışarda fena bir sıcak, dev bir fön makinesi çalışıyor adeta. Bindik arabaya, klima yok ! Şehrin ücra bir semtine yola koyulduk, çantamda çoktan kaynar kıvama gelen sudan medet umuyorum ama ne fayda, terden pişe pişe ilerliyoruz, nereye gidiyorum ki böyle ? Yok, zaten benim devreler yanmıştı, üstüne de güneş ! Gide gide ara sokakta bir dükkanın önünde durduk. Elbisem üstüme, saçlarım enseme yapışmış şekilde arabadan söküp aldım kendimi. Reklam tanıtım ofisi görünümlü, arka odasında mumlar yanan basık bir yere girdik. Bilgisayar başında yaşlı bir adam, ağzında sigara..kafasını kaldırıp bakmıyor bile bize. Etrafa baka baka, biraz ürkek giriyorum odaya. Bizim  hatun müdavim olduğu için pek rahat. Deri koltuğa ilişiyorum, ha düştüm ha düşeceğim. Sehpa eski gazeteler, broşürlerle dolu. Duvarda, girişteki yaşlı adamın gençlik fotoğrafı hınzırca yüzüme sırıtıyor. Tam o esnada küt saçlı, orta yaşın üstündeki falcı kadın giriyor içeri, ikimizi de kendine çekip şap şup öpüyor, daha bir afallıyorum. Kendimi yasadışı işlerin döndüğü bir yere atılmış gibi hissediyorum, "Aman kızım" ile başlayan ebeveyn cümleleri geliyor aklıma şu yaşta. Çantamdan sigara paketimi çıkarıp yakıyorum bir tane. Kadın karşımıza oturup elindeki peçeteyle ensesini, boynunu silerken, hal hatır soruyor yapay gülüşler eşliğinde. Derken kahvelerimiz geliyor, nasıl kötü ! Şekeri kahvenin içine değil, kahveyi şekerin içine atmış sanki. Zar zor içip, "Ne ise halim çıksın falim" ustalığıyla çeviriyorum fincanı. Zamanım geliyor, kadın yine aynı yapay gülüşle içeri buyur ediyor beni, sandalyeye yöneliyorum. Diğerine oturmamı söylüyor kibarca. İçeride yanan mumlar ve önümde bir defter.. Not alabilirmişim. Ben deftere bakarken "Fotoğrafı var mı?" diyor. "Kimin?" diyorum şaşırıp. "Hakkında soru soracağın kişinin."diye yanıtlıyor. "Yoo" diyorum. Biriyle ilgili soruşturmaya geldiğime, kendince bu kadar emin olması komiğime gidiyor.  "Olsuun, gördüğümüz kadarıyla artık." diyor. Yanıtlamıyorum.  Başlıyor anlatmaya, bir yandan esniyor. "Ağırlık var sende, nazar bu nazar." diyor ağzını eliyle kapatırken. Ne kadar da şanssızmışım, işlerim hep bozuluyormuş, aslında ne kadar da iyi bir insanmışım falan filan. Sonra elime kalemi tutuşturup "Yaz" emri veriyor.  Birkaç harf söylüyor, onlardan iyi haberler alacakmışım. Bir adamı uzun uzun tarifleyip, üç harf daha yazdırıyor ve " İsminde bu harflerin hangileri var?" diyor. "Hepsi.." diyorum kendim bile sesimi zor duyarak. Bu halimden cesaret alarak anlatıyor da anlatıyor.Tarihler veriyor, şu zaman şu olacakmış, hep çıkarmış dedikleri, görecekmişim ben de, zamanında şunlar bunlar olmuşmuş, muş da muş.. Yer yer başım dönüyor, aç karnına içtiğim şekerli kahvemsi şey, sıcak ve kadının rahatsız edici ses tonundan olsa gerek. Şehir isimleri sıralıyor, işle ilgili kapım sonuna kadar açıkmış, denizaşırı bir yerden, bir kadınla görüşecekmişim, aslında nazardanmış hep bu sıkıntılar diye anlatırken kadın, Ben sıcaktan sersemleşmiş, sineği takip etmeye başlıyorum, hala anlatıyor. Hayatımda olanı biteni sanki üstüme kamera yerleştirmiş de bunca zaman beni izlemişcesine bir bir döküyor, tuhaf bir rahatsızlık duyuyorum.Biran önce sussa da gitsem derken, kasap önlerinde asılı, zevksiz sinekliklerden astığı kapısının önünde kadına para verirken buluyorum kendimi, hem böyle işkence çek, hem para ver bi de üstüne. Susması için verdiğimi düşündüğüm parada aklım kalmıyor. Öğlen güneşinin kavuruculuğu eşliğinde uzun yolu geri dönüyoruz, hatun güle oynaya anlatıyor falcının marifetlerini, nasıl bildiğini. Yarıya kadar açık camı tamamen indirip kafamı dışarıya çıkarıyorum, az da olsa nefes alabilmek için. Midem bulanıyor. Eve geldiğimde mutfakta oturan annem ve misafirlerine kapıdan selam verip odama kaçacakken annem: "Gel gel sen de bi kahve iç, Neriman Teyze'n sana da fal baksın." diyor neşeli bir sesle. " Yok teşekkür ederim, inanmam ki hem fala filan." diyorum. İnanmaz gözlerle bakıyor annem, hala gülümseyerek. Bir müddet fincanı yıkadıktan sonra bile tezgaha ters koymamaya karar veriyorum.  Soğuk bir su alıp odama geçiyorum. Radyoyu açıp "sıradaki şarkı benim olsun." falı kapatıyorum bir güzel. Şarkıya eşlik ederek balkonumdaki çiçekleri suluyorum. Papatya değil korkmayın, sardunya sardunya !
            Biterken fonda "Zeki Müren_ Rüyalarım olmasa" çalmaktaydı.

10 Haziran 2013 Pazartesi

Hikayenin başı...

Arkasına acemice gizlediği papatyaları yüzüme doğru tuttu. "Hangi çiçeği sevdiğini bilmiyorum, tahmin hakkımı kullandım."dedi, gözlerini gözlerime dikerek.  " Bravo, çok başarılı bir tahmin." dedim ve çiçekleri alıp masaya koydum. "Aç mısın?" dedi. "Hayır" dedim. " O zaman, daha önce içtiğin Türk kahvelerini unut, hadi kalkıyoruz." dedi. "Geçmişimi unutmamı bekleme benden lütfen ." dedim yeşilçam ağzıyla "Tamam sana zaman veriyorum söz." dedi  aynı tonla ve gülüşüme ekledi gülüşünü. Ara sokaklardan yürüye yürüye küçük bir çay ocağına çıktı yolumuz. "İşte burası" dedi heyecanla. Bazen küçük bir çocuğun onu konuşturduğunu düşündürecek denli coşkulu anları vardı. Kahvelerimiz bol köpüğüyle geldi ve gerçekten daha önce içtiklerimi unutturacak kadar mükemmeldi. "Nasıl buldun?" dedi meraklı gözlerle. "Harika!" dedim.  Keyifle bir yudum daha aldı kahvesinden. Henüz çok yeniydi birlikte vakit geçirmelerimiz  ve sessiz kalmamak adına her şeyden uzun uzun, detaylı detaylı konuşuyorduk durmaksızın.  Çantasından çıkardığı kitabı masaya usulca koyup :" Okumalısın mutlaka" diye söze girdi. "Okudum, sevdim." dedim.  Gözleri parladı: " Çok derin bir felsefesi var değil mi? Var olmanın dayanılmaz hafifliği.., filmini de çektiler bunun." dedi. Gülümsedim: "İzledim, sevmedim, kitabın ruhunu öldürmüşler, keşke çekmeselermiş." dedim. Başıyla onayladı beni. "Bu kitabı birkaç kez okudum ve hep yeni tatlar bıraktı damağımda, sevdiğim yerlerin altını çizip, notlar aldım yer yer, temiz bir okuyucu değilim sanırım." dedi. " Ben bırak satırların altını çizmeyi, sayfaları kıvırmam bile, çok titizim bu konuda." dedim.  "Temiz bir okuyucusun yani." dedi. "Hem de nasıl." dedim, gülümsedi. Gel yürüyelim biraz, hava kararacak birazdan."dedi. Kitabı bana uzatıp : "Sende kalsın." dedi. "Ben de zaten var ama." dedim. "Olsun onun yanına koyarsın işte." dedi. Bu gizliden bir çağrıydı aslında, kitabı alıp çantama koydum. "Anılarını biriktirmeyi sever misin yoksa "kullan at"çılardan mısın?" diye sordu sırt çantasını omzuna yerleştirirken. "Hem de nasıl, anılar kütüphanesi adeta beynim,evim." dedim. "Ben de öyleyim biraz, anların kanıtlarını saklarım mutlaka. Ha sonrasında bulduğumda acı da verebilir mutluluk da, o kısmı da süprizi işin." diye karşılık verdi. "Mesela sen o kitabın kütüphanendeki varlığını bile unutup başka kitap ararken gördüğünde belki gülümseyecek belki görmezden geleceksin." dedi mimiklerimi takip ederek. " Bilmem." dedim, gerçekten bilmeyerek. Bu bir başlangıçtı biliyorduk ikimiz de. Yürümeye devam ettik ve sonra bir anda dönüp, takındığı ciddi ifadeyle sordu :" Dünyanın en güzel yeri neresi biliyor musun?"  Duraksadım: "Neresi?" dedim. "Az yana kaysana." dedi. "Ah Muhsin Ünlü !" diye karşılık verdim. "Biliyorsun!" diye şaşırdı. "Biliyorum." dedim gülümseyerek ve yürümeye devam ettik "birlikte."

9 Haziran 2013 Pazar

günün sonu.

Sıkıcı bir baş ağrısıyla yarenlik ettiğimiz günün sonunda, külçe gibi düşüveriyor bedenim koltuğa.. öylece.. Kulağımda kadife sesli adamın tınısında sevişen notalar, sesi açıyor, ışığı kapatıyorum. Ne zamandır iç sesimi susturuşuma inat, müziğin sesini dolduruyorum odama. Açmıyorum gözlerimi, uyuyor numarası yapıyorum kendime.. Sessizliğin huzuruna uzanıyorum, ellerimi üşütüyor sükunatin soğuğu.. Dakikalarca kalıyorum öyle.. Sonra nedensiz doğruluyorum, kalkıp yazmaya başlıyorum, gelişigüzel, çalakalem.. İçimden boşalıp gidiyor noktalar, virgüller, ünlemler..Olup biten sadece bu.. Sözcüklere gelince sıra, aceleci bir edayla umarsız yazıyorum ve nokta.. Hırsımın aklımı esir aldığı zamanlardaysa ünlem.. ! Sonunu bilmediğim cümlelerse üç noktayla bakıyorlar kağıttan yüzüme.. Anlatmak istediğim onca şeye karşın hiçbir sırrımı ele vermiyorum, "_mış,
_ muş" gibi yapıp üstünkörü anlatıyorum aslında. Söyleyemediklerim tortulaşıyor dilimde, küllükte biriken izmaritlerin kokusu yakıyor genzimi.. Dolaptaki şarabı yaren edip devam ediyorum yazmaya, susamış gibi, günlerdir nefessiz kalmış gibi telaşla, iştahla yazıyorum. İçimden akıp kağıda dökülen her bir kelimemi düşmüşlerse, düzeltiyorum kimi zamanda deviriyorum fütursuzca . İlk defa anlatmak istediklerimi anlatamıyorum,sancılanıyor ruhum. Kendimden saklamaya çalıştığım herneyse söküp almanın hırsıyla yazdıkça ben, kuytu köşelere saklanıyor duygularım. Kendimi duyamıyorum. Bir yabancıya söylenen, anlaşılır yalanları kendime sıralıyorum şimdi ve  deşifre edemediğim her cümle şarabın mayhoşluğuna karışıp, zihnimi bulandırmaya başlıyor. Hışımla son veriyorum yazmaya, bu bir durma eyleminden ziyade vücuduma dalga dalga yayılan bir isyana dönüşüyor.Hesaplaşmaya hazırlanıyorum kendimle fakat yeniliyorum, öğrenemiyorum yine..Son kadeh şarabımı içip, zihnimden uzak bir uykuya çıkmaya karar veriyorum. Kollarımla kendimi sarıp, bir ninniye eşlik edercesine sallanıyorum yorganın altında ve sonra yorgun düşürüyor beni,  soru işaretlerime noktayla cevap veremediğim her cümle. Anlatamadığım onca şeyin kelime kalabalığından ibaret geride bırakıyorum yazdıklarımı, kapatıyorum defteri ve zihnimin tozlu raflarına kaldırıyorum bir daha açmamak üzere..

"Old and wise" çalıyordu fonda..

8 Haziran 2013 Cumartesi

Hikayenin ortası...

"Günaydıııın" diyerek gürültüyle daldı odaya. oflarak karşılık verdim. "Hadi hadi nazlanmak yok bak saat öğlen oldu,kalk gidiyoruz." dedi burnuma minicik bi öpücük kondurup, üstümdeki örtüyü çekti hızla. Tekrar üstüme çektim örtüyü: "Ya bi saniye uyanmama izin yok mu?" diye mızmızlanırken ben o çoktan camı açıp ötüşen kuşları odaya doldurmuştu bile. Gülerek tekrar çekti üstümden  örtüyü ve bu sefer yanında götürdü. "Nereye gidiyoruz?" dedim. Cevap vermeden eliyle "hadi hadi kalk" işareti yaptı. Pes etmiştim, doğrulup kalkttım yataktan. Odadan kafasını uzatıp, havaya bi öpücük daha bıraktıktan sonra ıslık çala çala içeri gitti. Peşinden seslendim : "Bu ne enerji böyle, aşık mı oldun bakim?" İçerden seslendi: "Evet, sabah uyandığımda kalbimi esir almıştı uykucunun teki." Mahçup kız çocuğu gibi utandım biran. Sonra kalktım yataktan usulca. "Nereye gidiyoruz peki böyle apar topar, ohoo öğlen dediğin saat 9 muydu? E aşk olsun ama biraz daha uyuyabilirmişim."dedim. O esnada çantasını toparlamış halde yanıma geldi. "Sence karıncalar kaç yıl yaşıyordur?" dedi, yüzünde sanki gerçekten o anda tek merak ettiği şey buymuş gibi bir ifadeyle " Ha yani serzenişini duymuyorum, çabucak hazırlan demek istedin sanırım, anladım." dedim,   Aferin dercesine çenemi tuttu birkaç saniye. Bazen nazın dozunu kaçırıyordum belki ama seviyordum onunla didişmeyi. "Hadi hazırım ben gidebiliriz pek sürpizli yere." dedim. Abartılı el hareketiyle önümde eğilip yol verdi bana, gülüştük. Dışarda harika bir hava vardı. "Şimdi şu köşeden simit alırız, yanına da portakal suyu." dedi iştahla. "Peynir de alalım." diye ellerimi çırpttım, "Harika fikir hanımefendi" diyerek pastaneye doğru gitti koşar adım.  Dönerken elindeki poşeti kafa hizasına getirip, gülümsedi, çocuk gibiydi bu sabah. Simitten, çiçekten mutluluk emiyordu adeta. Çenemi tutup hafif kaldırdı ve "Evet bugün size özel bir gezi programı düzenledim güzel kadın, yolculuk süresince şoförü öpebilir, istediğiniz şarkıları son ses açabilir ve sıkıcı filmlerinizin size göre muhteşem anlarını anlatabilirsiniz uzun uzun." dedi ve son cümleyi kurmadan evvel elini çenemden alıp, muzipçe sırıtmaya başladı, biliyordu bozulacağımı. " Bir daha seninle film de izlemem, anlatmam da merak etme."dedim, büzdüğüm dudaklarıma  "şakaydı" öpücü kondurarak, kapımı açtı. Çıktık yola, son ses açtık müziği ve şarkıya eşlik ederek geçtik ağaçlı yollardan, Hala nereye gittiğimizi bilmiyordum, süprizin tadını çıkarmaya karar verdim, cd'den "like a stone" şarkısını buldum, çok seviyorduk bunu. Gözleri parladı. " Bunu aslında bizim grupla da çalmalıyız, çok güzel olmaz mı dersin?" dedi onay bekleyerek. "Olur tabi, senin sesine de çok yakışıyor hem bu şarkı."dedim bir elim ensesindeki saçlarıyla oynarken. "Tabi yaa, söyleyeyim çocuklara ben bunu." dedi. Nereye gidiyoruz sence?" dedi. "Yüreğimizin götürdüğü yere." dedim. "Çabuk in arabadan, kötü espirilerinden vazgeçmeden de gelme" dedi sert bir tonla, derken gülmeye başladık kahkahalarla. "Neyse henüz uyanamadığın için affediyorum, cevap hakkını da kaybettin, merak et" dedi dönüp "hak ettin ama" bakışıyla göz kırparken.  Üç saat kadar gittik, uyudum, uyandım, su içtim, şarkı söyledik, şoförü öptüm ara ara, uyudum derken "  İşte geldiiik" deyişiyle uyandım. Masmavi deniz karşımdaydı ve yeşil dallarıyla hoşgeldin diyen ağaçlar. Arabadan aceleyle inip, denize doğru koştum. " eee keşke mayolarımızı da alsaydık derken ben, bagajdan çıkardığı sırt çantasını işaret etti, boynuna atladım sevinçle. " İşte bunun için uykusuz da kalabilirdim."diye zıpladım olduğum yerde. Küçük bir çocuğu zaptetmek isteyen baba edasıyla elimden tutup, saçımı öptü. Gözlerimi kapattım, sanki açsam rüyam bozulacak gibi titredi kalbim.. Bu hikayemizin işte tam ortası, gün geçtikçe ilk başından ortasına, ortasından sonuna doğru dökülecek parmaklarımdan bu hikaye.. Şimdilik denizin kokusunu içime çekerken duyduğum sonsuz huzuru anlatmış oldum. Gelecek devamı, gün be gün..

Yeni

Alarm çalmadan açtım gözlerimi ( kamera yatağa kuşbakışı bakar ve gittikçe yaklaşır kızın yüzüne) Biraz daha uyuyabilirdim fakat perdeden arsızca göz kırpan güneş uykumu kovdu gözlerimden. ( Tül perdeden sızan ışık saçlarını aydınlatır kızın.) Günlerdir canımı yakan mengene kendiliğinden kalkmış gitmiş ve kibarca, uyandırmadan söndürmüştü içimin yangınını, teşekkür ettim sükunetle.( Kamera kızın gözlerine odaklanmıştır ve son damla yanağından akıp giderken takip eder damlayı) Bahar yaza dönmüştü, ellerimi iki yana açıp gerindikten sonra hızlıca kalkttım yataktan.        ( Kamera beyaz geceliğin altında ivedilikle zıplayan ayak bileklerine odaklanır kızın.) Su ısıtıcının düğmesine basıp, tüm pencereleri açtım, içime doldu doğan güneş.     ( Bu sahnede elleri ön plandadır kızın, kırmızı ojeleri fondaki ışıkla oynaşmaktadır.) Bugün  esaretini tamamlamış olmalı ki kalbim, aceleci bir kuş telaşıyla selamladı bedenimi, öptüm göğsümü parmak uçlarımla. Kabusun izlerini yıkadım yüzümden ve lavanta kokan havluyu içime çektim.  Bugün uykunun koynuna terk etmiştik acılarımızı ve gün başlamıştı yine tüm ahengiyle. ( Kamera dudağının kenarındaki gülümsemeyi çeker kızın ve kahvenin buharıyla buluşur.) Bol sütlü, şekerli kahvemi alıp balkona çıktım ayaklarımı sürüyerek.( Balkondaki sardunyalar ve tahta sandalyeye usulca oturan kızın,geceliği dans etmektedir esintiyle) Bugün "o"gündü, gün bugündü.. Rehavete kapılmadan dışarıya attım kendimi.  Rengarenk bir sabaha yakışır yeşil şalımı doladım boynuma, üstümde en sevdiğim kot elbisem..saçlarımı özgür bıraktım, kırmızı rujumu sürdüm, olmazsa olmaz.( Kızın etrafında dönen kameraya, rujun kırmızısı, şalın yeşili, elbisenin mavisi bulaşır)  Adımlarım sıklaştıkça, telaşın naifliğinde sütliman oldu kalbim, yarına gebe umutlarıma gidiyordum.( Kamera gökte dolaşmaya başlar ve yavaş yavaş kızın peşine takılır, sessiz adımlarla) Yürüdükçe yüzümü yalayıp geçen rüzgarın serinliği yayıldı tüm bedenime, yayıldıkça gülümser oldu dudaklarım.( Kışkırtan kırmızıya inat masum çocuk gülüşü peydah olur kızın yüzüne)İşte o gün bugündü, gün bugündü ve filmin esas kızı rüzgarda uçuşan yeşil şalıyla uzaklaştıkça uzaklaştı karanlığın çıkmaz sokağından, uzaklaştıkça yeşile boyadı geçtiği her yeri, ( Kamera kızın narin adımlarına yetişme telaşı yaşamaksızın takip etti tepeden tırnağa, uçuşan saçları yüzüne değdi yer yer.)  Ekranda "son" yazmadı bu sefer, son değildi zira yeni başlıyordu serüveni..)